İNSAN NEDEN YAZAR?

Bu sualin cevabından önce yazmanın günümüz dünyasında duygulara hayat vermenin meşru bir alanı olduğu üzerine konuşmak isterim. Dürüst olmakta fayda var. Yazar içine ruh üflediği karakterlerin yaratıcısıdır. Tüm karakterler yazanın kendisidir biraz da ve yaşamına dokunan diğerleri. Elbette karakterlere atfedilen kimlikler gerçek hayatta, bazen geçmişten çıkıp gelir, bazen de gelecekte hayalini kurduğumuz zamandan gelip dikiliverir karşımıza, sanki hep varmışçasına. Hayatımızda uzakta yahut yakında olan insanların iç dünyalarını, karanlığını göremesek de zamanla oluşan öngörülerimiz bizlere yardımcı olur. Yazarın yarattığı karakterlerin zihinlerini bilmeye hakkı vardır. Fakat okuyucu çabucak karakterleri tanıyamaz. Bu yazarın bencilliğinden değil; tereddüt, gizem ve belirsizliklerin uzamasını istemesi ile alakalıdır. Tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi…

İnsanları doğru tanımlamak, onları çıplak ruh halleri ile keşfetmek oldukça zordur. Zamanla içselleştirilen ruhlar hikayelerde can bulan karakterlerle benzerlik gösterir. Yazmak kısmında çok daha anlamlı bir özgürlük alanı olduğu bir gerçektir. İnsanlara doğrudan söyleyemediğimiz gerçekler, şüphe, inançsızlık, hayal kırıklıkları, belki aşk ve belki nefret duygularının kelimelerde hayat bulması yazar için yeterince tatmin edici olmalı. En azından benim için öyle. Yazım sürecinde oluşan tasvirlerin başlıca koşulları var. Engeller, belirsizlik, boşluk, yönünü şaşırma, zihnin bulanıklaşması, hissizleşme, mücadeleli yola koyulma ve hedefe ulaşma. Yaşadığım deneyim tam da bu. Yarattığım dünyanın içine sığmak ve yazım sürecinde yönümü defalarca kaybetmiş olsam da yolun sonunu görme şansına ilerlerken her bir sayfada daha da arttığını hissetmek! Doğrusu müthiş bir haz. Kendimi yazıcı olarak tanımlıyorum.

Gelelim insan neden yazar sorusunun cevabına. Genel olarak sanatın nevroz dönemlerinde soluk almaya başladığını düşünüyorum. Nadine Gordimer’e ait bir tespiti önemserim. Normalin üstüne çıkmış algı yetisi, sıra dışı bir katılımsızlığın belirtisidir. Daha doğrusu çifte sürecin, başkalarının hayatlarıyla aşırı saplantılı bir şekilde özdeşleşirken, bir yandan da korkunç bir soyutlanma içinde olmanın belirtisidir. Uzakta durmak ile tamamen iştirak etmek arasındaki gerilim: İşte insanı yazar yapan budur. Yaşadığımız dönem usul usul bizleri var ederken şahsa münhasır kimlikler oluşturmamıza da fırsat verir. Çocukluk ve gençlik dönemlerimizde (80’ler ve 90’lar) zihinlerimiz binlerce olumlu ya da olumsuz uyarandan uzaktı ve bu durumun bir avantaj olduğunu, en azından yazma deneyimim için böyle olduğunu söyleyebilirim. Neden mi? İkinci benliklerimizin oluşmasına yardımcı oldu. Yazıcı adı altında birleşen iki varlık arasında ilişki nedir? Yazı yazılmayan zamanlarda var olan ben, yani hayvanı, çocuğu, dostları ve yaşam mücadelesi için o korkutucu hayat döngüsünün içine giren ben ve benimle aynı zihni paylaşan, ikinci evrenime ya da konforlu zihin dünyama mı demeliydim? Bedenimi ve ruhumu ele geçirip yazma dürtüsünü gerçek kılan, çok daha gizemli ve belki biraz depresif, muğlak diğer kişiden bahsediyorum. Peki bu zihnimi sessizce işgal eden ikinci ben kim? Doğrusu bu sorunun cevabını tam olarak bilmiyor olsam da nihayetinde yazıcıyım. İçimde bir yerlerde şeytan, belki hilebaz, belki bir çocuk ya da gizemciliğin aşığı bir ruh var. Varlığımdaki çiftelikten bahsediyorum. Bir yarım hayat ile ilgilenirken diğer yarım melankolik mizacı ile yazıcılık yapmayı arzular. Sözün sonunda bilinmesini istediğim bir tespiti siz okurlar ile paylaşmak isterim: İkinci benliğin varlığı fena bir şey değildir. Belki benden daha asil ve cesur. Her ne olursa olsun ikinci ben karanlık, belirsiz olabilir ama vazgeçilmezdir de…

Alper AY